YUNANİSTAN - ATİNA

Ağustos 2015


Meteora'dan sonra şimdiki hedefimiz Atina. Bu yol yaklaşık 280 km. Otoyola kadar olan Meteora ve Lamia arası oldukça kötü bir yol. Otoyola varınca daha iyi seyahat şartlarıyla Atinaya varıyoruz. Otelimizi bulup yerleşiyoruz ve zaman kazanmak için hemen kendimizi sokağa atıyoruz. Otelimizin bulunduğu yer Psiri semti. Daha önce bazı ülkelerde Best Western otellerinde kalmıştık ve internet üzerinden rezervasyon yaparken fiyatı ve adı nedeniyle burasını tercih etmiştim.

Bu bölge, İzmir'liler veya İzmir'i tanıyanlar bilirler, Basmane semtinin arka sokakları gibi. Sokaklar olağanüstü pis, yollar ve kaldırımlar bakımsız. Burası kozmopolit bir şehir ve çoğunluğu mültecilerin yaşadığı ve ticaret yaptıkları bir bölge Psiri. Sokak aralarında güpegündüz uyuşturucu kullananları görmeniz mümkün.


Yolda ilerlerken bir et ve balık haline girdik. Burada et bize göre çok ucuz. Kuzu eti 4 Euro, Hamsi balığı 2 Euro. Dünyanın en pahalı akaryakıtının yanında, sözde tarım ve hayvancılık ülkesi olmamıza rağmen, en pahalı etini de yiyoruz.

 Yunanlı dostlarımız kızmasınlar ama, Atina'yı görmeden önce burasını bir Avrupa kenti olarak hayal ediyorduk ama sokaklarda ilerledikçe tam bir hayal kırıklığına dönüştü.


Kentin, hilafsız bütün duvarları yazılarla dolu, bu sadece Atina'ya özgü değil diğer şehirlerde de bunu gördük. Hatta trafik levhaları da yazıyla kaplanmış durumda olduğu için yönümüzü bulmakta zorluk yaşadık. Bu görüntü kirliliği olağanüstü bir iticilik katmış Atina'ya.



Otelden yürüyerek Monastraki meydanına varıyoruz. Burada bir metro istasyonu var ve gece gündüz yoğun bir kalabalık bulunuyor bu meydanda.


Meydanın hemen sağında müze olarak kullanılan bir cami ve yanında da Hadrian kütüphanesi var.
   

Bugünkü asıl hedefimiz Akroplolis'e çıkmak ve burası yüksek bir tepe üzerinde bulunduğu için bu sıcakta oraya ulaşmak oldukça yorucu. Burada bir mini tren görüyoruz  bu trenle Akroplolis te dahil olmak üzere kentin önemli tarihi yerlerini gezmek mümkün. Ayrıca indi -bindi yapan tur otobüsleri il e de bu turu yapabilirsiniz.



Bu tren ile önce Plaka Semti'nin dar sokaklarında ilerleyerek Akropolis'e ulaşıyoruz. Yaklaşık yarım saatlik bir sürede burayı dolaşıyoruz. Atina'nın bu en ünlü yeri bile bana göre Efes'in yanından bile geçemez ama yaptıkları reklamlar, pazarlamalar sayesinde oldukça çok turist çekiyor burası.




Akropolis'ten Atina manzaraları:






Aynı mini trene binerek gezimize devam ediyoruz. Atina'nın ziyaret edilecek yerlerinden birisi de Parlamento Sarayı. Özellikle sarayın önündeki nöbetçilerin gösterisi oldukça ilginç.



Atina'da ilk akşam yemeğimizi, buradaki canlı Yunan müziğini dinleyerek, Plaka semtinde yedik. Tam bir turistik bölge ve her şey tam manasıyla curcuna ve yediğimiz yemeklerden hiç memnun kalmadık. Ancak isteğimizi  bizi kırmadan kabul ederek Yedikule şarkısının Yunanca versiyonunu çaldılar.


Ertesi akşam, gündüz gezerken keşfettiğim Gazi'deki Keramikos metro istasyonu civarında bulunan, Sardelles/Butcher Restaurant'ta (19 Persefonis, Gazi) ev yapımı şarap eşliğinde harika bir yemek yedik. Akşam yemekleri için kalabalığın olduğu yerleri değil daha çok ara mekanları tercih etmenizi öneririm.


Bu restorandaki bir garson Atina'nın ünlü tatlısı Galaktaboureko (bizdeki Laz böreği) yu illa ki denememizi ve bunu en güzel yapan yerin yerini tarif etti. Burası Omonia İstasyonu civarında bir yer. Orayı arayıp bulduk, adamlar dükkanı kapatıyorlardı bizi beklediler. Bir baklava ve bir galaktoboureko siparişi verdik. Baklava bizim baklavalardan güzl değildi ama, Laz böreği harikaydı. Yolunuz düşerse tavsiye ederim.

PİREUS:



Atina merkeze 15 dakika mesafedeki Pire (Pireus) ye de yine metro ulaşımıyla geldik. Burası da Atina'nın içi gibi oldukça pis, Atina'nın dünyaya açıldığı bu liman kentinin bu kadar bakımsız olması doğrusu bizi şaşırttı. Yine kötü yollar ve kaldırımlar, çok sayıda hırpani kıyafetli insanlar ve parklarda da Suriyeli mülteciler yerlerde yatıyorlar.

İnsan şunu düşünmeden edemiyor, Avrupa Birliği neden Yunanistan'ı almış ta Türkiye'yi almamış birliğe??? Tabii bu sayfanın sınırları bu tartışmayı kapsamaya yetecek büyüklükte değil diyelim ve devam edelim.


Pire limanında çok sayıda yolcu ve ticaret gemisi bulunuyor. Yolcu gemilerinden büyük kapasiteli olanlar buraya turist taşırken, daha küçük yolcu gemileri ise daha ziyade adalara sefer yapıyorlar. Zamanımız yeterli olmadığı için buradan yapabileceğimiz bir kaç ada ziyaretini de yapamadık.


Sıcak havada bir soluklanalım diye, liman karşısındaki barlardan birine oturup dinleniyoruz. Şimdi yolumuz tekrar Atina.

Yarın yolumuz Selanik'e, orada görüşmek üzere...


Yunanistan seyahatimizde SELANİK bölümünü okumak için tıklayınız..


İYİ YOLCULUKLAR
   











TANZANYA SAFARİ - TARANGİRE

 Kasım 2015

Safari'ye bir gün önce geldiğim Arusha'dan başlayacaktık.

Sabah kahvaltıdan sonra Safari firmasından 4*4 Toyota marka arazi aracı ile gelip beni otelden aldılar. İki ayrı adresten bir İspanyol kız ile babası ve bir Hollandalı çifti de  alıp Tarangire’ye doğru yola çıktık. Şehirden çıkmadan, büyük bir markette durup içecek ve meyva vs. aldık,  herkese günde 1.5 lt. su var şirketten..:) Daha sonra bize katılan bir hollandalı ve bir Alman kız ile araçta 7 kişi olduk. 5 gün sürecek safari boyunca birlikte olacaktık.

Safarimizde sırasıyla Tarangire, Serengeti, Ngorongoro ve Lake Manyara ulusal parklarına gidecektik. Safarinin bitiminde de Zanzibar Adası'nın beyaz kumsallarında safari yorgunluğunu atacaktım. Böyle planlamıştım bu seyahatimi.


Resimde safari aracımız, şoför ve rehberimiz Amani ve grubumuzdaki Hollandalı kız ile.

Yol üzerinde bulunan yerleşimlerden geçerken, Arusha'da gördüğümüz yoksul yaşamın aynısını gördük. Özellikle bazı köyler oldukça kötü durumdaydı. 

Bu seyahatim sırasında, Avrupalı beyaz gençlerin özellikle kızların burası için gösterdikleri gayret ve çabayı unutmayacağım. Bunlar mola verdiğimiz bazı yerleşimlerde yaşıyorlardı. Orada bizimle de röportaj yaptılar.


Çok nadiren de olsa fotoğraftaki gibi bakımlı birilerini görebildik. Aslında fotoğraflarının çekilmesinden rahatsız olmuyorlardı ama, fotoğraftaki kadın biraz rahatsız oldu gibi.

Genel olarak yollar asfalt ve güzeldi. Yolculuk sırasında çok sayıda çoban ve sürülere rastladık. Kurak bir mevsim olmasından dolayı büyük baş hayvanlar çok cılız ama küçük başlar pek öyle değildi. Kuzeye doğru ilerledikçe otlar yeşermeye başladı ve hayvanlar da daha besili halde geldi gözüme.


Tarangire Milli Parkı girişinde şoförümüz giriş işlemlerini hallederken ben de kapısı önünde hatıra fotoğrafı çekildim. Fotoğraftaki panoda park içinde uyulması gereken kurallar yazılıydı.

Tarangire Fillerin mekanıydı. Burada çok fil görmeyi umut ediyordum. Milli parka girişle birlikte asfalt yollar, yerini toprak yollara bıraktı. Bu yollarda sarsıla sarsıla ilerlerken, şoföre “Bu doğal masaj mı? “diye sordum, o da gülerek ” Bunun adı Afrika masajı “ dedi. Meğer daha fazlasını Serengeti’de yaşayacakmışız. Serengeti'ye gidince, şimdiki yollar oradaki yolların yanında adeta bulvardı. Tanzanya dönüşü epey böbrek taşı düşürmüş olacağım. :)


Kapıda giriş için beklerken, okulları tarafından parka getirilmiş Tanzanyalı öğrenciler vardı. Fotoğraflarını çekerken çok mutlu görünüyorlardı. Hatta poz verenler dahi oldu.


Burada yine aileleri tarafından safariye getirilmiş Avrupalı beyaz çocukları da gördüm. Büyüklerin bile cesaret edemediği safaride bu çocukları görmek ilginç geldi bana. Ailelerini tebrik ediyorum bu nedenle.


Giriş kapısında ve gezdiğimiz diğer yerlerde de bu heybetli ağaçtan çok sayıda gördük. Rehberimiz  bu ağaçların bir kaç bin yıllık olduğunu söyledi. Gövdeye bakarmısınız?



Ve safari başladı.... Bir anda karşımıza tek boynuzu kırılmış bir impala çıktı ve hemen kameralarımıza yapıştık, ne de olsa ilk heyecandı. Biraz daha ilerleyince uzakta Zebra'ları ve Öküzbaşlı Antiloplar'ı ve İmpala'ları gördük. Uzaktan onları fotoğraflamaya çalıştık. Biraz daha ilerleyince uzakta bir Fil sürüsü gördük. Heyecanla onları da izledik.



İlerledikçe  Fillerle, Zebralarla, Öküzbaşlı Antiloplarla neredeyse akraba olacaktık, aracımızın yakınına kadar geliyorlardı. Safaricilere oldukça alışkın görünüyorlardı.

Filler, sıcak hava etkisiyle artık su birikintisi değil de, yoldaki çamur birikintilerini hortumlarıyla üzerlerine fışkırtıp serinlemeye çalışıyorlardı.


Gün ilerledikçe hava sıcaklığı artmaya başlamıştı. Safari sırasında Zebralar ve Antiloplar bize umursamazca bakıyorlardı. Onlar zaten insanlara alışmışlar, biz de artık vahşi yaşama alışmaya başladık bile. Başlangıçtaki ilk heyecan yerini sakinliğe bırakmıştı ve  her şey doğal gelmeye başladı. 

Ama hiçbir araç yoldan bir hayvan geçerken yola devam etmiyor, onlara kendi yaşam alanlarında rahatsız edecek bir davranışta bulunmuyordu. Burada herşey vahşi yaşam öncelikliydi.


Tarangire'de hayvanlar öncelikli, insanlar ikincildi. Zaten biz onların evinde misafirdik.


Öğle arası bir piknik alanında mola verdik ve hazırlanmış olan kumanyalarımızı yemeğe başladık. Kumanyada, bir parça kızarmış tavuk, ekmek, meyve suyu, kek, yumurta vardı. Kumanya pek de fena değildi doğrusu.


Piknik alanında çok sayıda öğrenci de vardı. Okulları tarafından safariye getirilmişler ve bize ilgiyle bakıyorlardı. Bu sevimli çocuklar ile selamlaşıp fotoğraflarını çektim, mutlu görünüyorlardı.


Piknik alanında bulunan maymunlar insanlara çok alışkındı. Bazen insanların yiyeceklerini ellerinden kapıyorlardı ama insanlara zarar vermeden.

Burada ilk günde Tanzanya dili Swahili’yi sökmeye başladım bile. :) , Hakuna Matata (Herşey yolunda), Pole Pole (Yavaş Yavaş), Jambo (Merhaba), Mambo (Nasılsın),  Sitaki (İstemiyorum).


Tekrar yola koyulduk, sarsıla sarsıla ilerlerken, ileride 4*4 ler durmuş ve içindekiler heyecanlı görünüyordu. Biz de yanlarına gittik. Burası tepe bir yerdi ve aşağıda bir dere vardı ve burada bir aslan yavaş yavaş ilerideki İmpala’ya doğru ilerliyordu. Herkes pür dikkatti ve ben de olayı kamerama kaydediyordum. Belki ileride bir belgesel TV yayınında görürsünüz. :) Bu arada impala aslanı fark edip derenin karşı tarafına geçip gözden kayboldu. Aslan da yavaş adımlarla bir ağaç gölgesine gidip uzandı. Biz de yola devam ettik. Yani bir can pazarına şahit olmadık.


Yolda çok miktarda İmpala, Öküz başlı antilop, Zebra, Yabani domuzKartal ve Fil görerek safariye devam ettik.





Akşam üzeri gece kalacağımız Panoroma kampa geldik. Daha önce buraya seyahat edenlerin yazılarında okuduğumdan daha iyi bir kamptı burası. Çadırda değil, betondan yapılmış çadır şeklindeki binalarda kalacaktık. Odada taştan yapılmış sedirler üzerine iki yatak  konulmuştu. Türkiye’den gelirken uyku tulumu getirmiştim, yatakta onun içinde uyuyacaktım.


Burada mutfak yemekhane ve kafe vardı ve yemeğimizi orada yiyecektik. Aşçımız Bob bize akşam yemeği hazırlamıştı. Burada tertemiz tuvaletler ve banyo mevcuttu. Önce bir banyo yaparak günün toz toprağından kurtulup odada dinlenirken bu yazıyı yazmaya devam ediyordum. Şimdi sırada akşam yemeği molası vardı.


Akşam yemeğimizde sebze çorbası, pilav, etli türlü, mayonezli salata ve meyve vardı. Hepsi birbirinden lezzetliydi, aşçımızın eline sağlık. Geceye Afrika müziği ve dansları eşliğinde devam ederken, ben odama gidip sizin için bu satırları anında yazmaya devam ettim. Resimde aşçımız Bob.

Burada çektiğim video kayıtlarından oluşturduğum film ;



Yarın yolumuz safarimizin en önemli alanı Serengeti’ye…….

Not:

      1- Tabii ki çektiğim fotoğraflar bu kadar değil ama önemli gördüklerimi sadece burada paylaşabiliyorum.
      2- Yazıların bitiminde buralara seyahat edecekler için faydalı olacak bilgileri de paylaşacağım.


Tanzanya seyahatimin SERENGETİ bölümü için tıklayınız..

İYİ SEYAHATLER

TANZANYA - ZANZİBAR

Kasım 2015

Arusha'da sabah oteldeki kahvaltıyı takiben, Amani’nin aracıyla Kilimanjaro havaalanına gitmek üzere saat: 08.00 de yola çıktık. Uçağın kalkmasına 2 saat daha zaman vardı ve yolumuz sadece 41 km idi. Zaman zaman uyarmama rağmen Amani çok yavaş gidiyordu ve havaalanına vardığımızda saat 09.20 idi ve check-in kapanmıştı. Çok sinirlendim ve Amani'ye tepki gösterdim. Şimdi çaresiz 5 saat sonraki uçağı beklemek zorundaydım. Tabii ki Zanzibar ile ilgili hazırlamış olduğum program da böylece aksaklıkla başlamış oldu. Buradaki bir kafeye oturup zamanımı değerlendirmek için günlüğümü yazmaya devam ettim.

Burada yaşam onların deyimiyle, Pole Pole, yani yavaş yavaş. Çok umarsız yaşıyorlar, geç kalmışlar, iş olmamış, o zaman da yine onların deyimiyle Hakuna Matata, yani her şey yolunda, dert edilecek durum yok.


Nihayet Zanzibar’a uçma zamanı geldi. Havaalanında aprondan yürüyerek uçağa gittik. Zanzibar'a, Precision havayollarından aldığım biletle 50 kişilik pervaneli bir uçak ile uçacaktık. Burada daha küçük, 5-10 kişilik uçaklar da bulunuyordu. Burasını araştırırken bazı gezginlerin bu küçük uçaklarla ilginç uçma hikayelerini de okumuştum. 

Uçak havalandıktan sonra Kilimanjaro dağının fotoğrafını çekmek istedim ama hava bulutluydu ve buna imkan bulamadım. 



Yaklaşık 1 saat 10 dakika sonra Zanzibar havaalanına indik. Buradan bir taksi ile şehir merkezi Stone Town’da rezervasyon yaptığım otele doğru gittim. Yol güzergahında her yer pislik içindeydi ve her taraf leş gibi kokuyordu. Daha sonra şehri gezerken de aynı pisliği ve kokuyu bütün şehirde gördüm ve duydum. Çöpler yol kenarlarında yığılı vaziyetteydi ve bu çöp yığınlarının hemen yan tarafında da yiyecek satıyorlardı.


Burası Arusha’dan çok daha pisti ve yoksuluk belki oraya göre daha da fazlaydı. Burada yaşayanların büyük çoğunluğu Müslüman, sözüm ona Müslümanlık temizlik demekmiş.

Nihayet booking.com'dan rezervasyon yaptığım Warere House Hotele vardım, daha otelin girişinde kötü bir rutubet ve küf kokusu vardı. Öncelikle odamı görmek istedim, gösterdikleri oda da çok rutubetli ve çok kötü küf kokuyordu. Odamı değiştirmelerini istedim, fark ücreti istediler. Ben sesimi yükseltip, booking.com’a şikayet edeceğimi söyleyince, başka bir oda vermek zorunda kaldılar. Bu oda diğerinden biraz daha halliceydi.


Buraya gelinceye kadar zaten akşam olmuştu bile. Burasıyla ilgili yazılarda, Mansoon Restoran’ın iyi bir restoran olduğunu okumuştum ve oraya gittim. Ne sipariş edeyim diye düşünürken, yan masada oturan iki İngiliz kadından yardım istedim ve birisi kendisinin karışık balık tabağı aldığını ve beğendiğini söyledi ve önerdi. Gelen tabakta, bizim mercan balığına benzeyen bir balık parçası, ton balığı parçası ve kılıç balığı parçası vardı. Buranın yerli cini eşliğinde, zaman zaman İngiliz kadınlarla sohbet ederek, keyifli bir akşam yemeği oldu bu benim için. Kadınlar altı ay orada yaşıyorlarmış, ne buldular orada merakettim doğrusu.


Yemekten sonra sahil kenarında yürüyüşe çıktım. Oldukça sıcak bir geceydi ve insanlar sıcaktan kendini sahile atmış serinlemeye çalışıyorlardı. 

Sahil boyunca parkta kurulmuş olan ve açıkta satılan yiyeceklere oldukça ilgi vardı. Sadece buranın halkı değil yabancılar da ilgi gösteriyordu buraya. Ama ben burada bulunduğum süre içinde dışarıda bir şey yemeye cesaret edemedim.

Gece uykumdan her tarafım alerji olmuş olarak uyandım. Yediklerimden mi yoksa bu ortamdan mı bilmiyorum, sabahı zor ettim. Büyük ihtimalle rutubetli ve küf kokulu odada kaldığım içindir diye düşündüm.

 
Sabah sadece biraz meyveyi içeren, kahvaltı vardı menüde. Başka yiyecekler ise ekstra ücrete tabiydi. Sadece meyveleri yedim. Bu otelden ayrılmaya karar verdim oysa 2 gün kalmayı planlamıştım burada. Ödeme yaparken kart ile ödemede %5 ekstra istediler. Ayrıca  içmediğim halde 2 şişe bira parası  istediler. Biraz bağırarak tepki gösterdim ve kendilerini şikayet edeceğimi söyleyerek otelden ayrıldım. Tabii ki içmediğim biraların parasını ödemedim.


Şehri gezmeye başladım ama koku dayanılacak gibi değildi doğrusu. Buna rağmen belki bir daha görmeyeceğim buralarını diye, ısrarla gezmeye çalıştım. Önce balık haline gittim burası otele yakın bir yerdeydi. İçerisinin epeyce ağır kokusuna rağmen gezmeye çalıştım. Şimdiye kadar görmediğim balık cinslerini ve diğer deniz canlılarını görmek istedim.


Limanın hemen yakınında buranın tarihi binalarından biri olan, Old Dispansery bulunuyordu. Bu görkemli bina şimdi çok bakımsız görünüyordu. Burada  çok sayıda böyle görkemli bina vardı ama hepsi de çok bakımsızdı. 



Sahil boyunca yürürken, bazı gençler kendi aralarında dans edip şakalaşıyordu ve bazıları da kendini denize atıyordu. Buradaki gençler mutlu görünüyordu.


Burada kapılar dikkatimi çekti. Hepsi el işi ahşap oyma kapılardı.  Hepsi adeta birer sanat eseriydi. Demek ki bir zamanlar burada sanata önem veriliyormuş. Bunlara da iyi para harcanması gerektiği düşünülürse, burası zengin bir şehirmiş.  


Çok az da olsa fotoğrafta görüldüğü gibi halen bakımlı ve güzel binalar da vardı.  

Şehri dolaşmaya devam ederken, bana yine bir şeyler oluyordu tıpkı Serengeti'de olduğu gibi, hafiften baş dönmesi ve mide bulantısı. Lanet olsun sabah kahvaltısında yediğim, belki de iyi yıkanmamış meyveler yüzünden diye düşündüm. Serengeti yazımda da söz etmiştim, daha sonraki uzak doğu seyahatimde de aynı şey başıma gelince, gerek Serengetide, gerekse burada yediğim papaya meyvesinin tansiyonumu yükseltmesi nedeniyle böyle bir durumla karşılaşmış olduğumu öğrenmiş oldum. Kahvaltı tabağı fotoğrafında yediğim papayalar görülüyor. Bir daha asla papaya yemedim.


Stone Town’da büyük bir hastane bulunuyordu ve  önünde de bekleşen insanlar vardı. Görüntü hiç hoş değildi, bazı insanlar yerler uzanmış o halde sıranın kendilerine gelmesini bekliyorlardı.



Stone Town'ın önemli bir müzesi olan, köle ticareti döneminde köle satışının yapıldığı “Old Slave Market”e gittim. Bir binanın bodrum katında izbe iki oda içine  köleler hapsediliyormuş. Buradaki limandan da gemilerle sevk ediliyorlarmış. Burada ruhum sıkıldı, çok kısa bir süre için bile olsa kalınacak gibi değildi. Kendimi hemen dışarıya attım.

Binanın üst katı da otel gibi kullanılıyordu. Burada kalanlar hangi psikoloji içinde uyuyabiliyorlardı çok merak ettim doğrusu. 


Aynı bahçede bulunan kilise ise oldukça bakımlıydı.


Halkı genelde Müslüman olan Zanzibar adasında, camiler adeta viran durumdaydı. Fotoğraftaki en bakımlı olanıydı.

Bir yandan şehrin o kötü kokusu, diğer yandan mide bulantısı beni çok zorluyordu. Bir taksiciyle anlaştım ve otelden eşyalarımı alıp Jambiani’ye doğru yola çıktık. Bozuk yolların yarattığı sarsıntı, hem de hala süren o kötü kokuya artık dayanamıyordum. Yol boyunca zaman zaman aracı durdurup kusuyordum.


Nihayet Jambiani de kalacağım Jambiani Beach Hotel’e vardık. Tek isteğim biraz uzanıp dinlenmekti. Burası gerçekten çok güzel bir yerdi, her taraf pırıl pırıl ve tertemizdi. Hemen Hint Okyanusu önünde bembeyaz kumları olan upuzun bir plaj üzerinde yer alıyordu.


Odaya girdiğimde karşılaştığım görüntü buydu.



Odamda uzunca bir süre dinlendikten sonra kendime geldim. Kalkıp denize doğru yürüdüm ne göreyim deniz ta uzaklara kaçmıştı. Bir kaç kadın çekilen deniz üzerinde bir şeyler topluyordu.


İnsanların denizden topladıkları deniz canlıları ve yosunlar.


Sabah uyandığımda denizin manzarası buydu. Pırıl pırıl suları, bembeyaz kumsalıyla harika bir görüntü ortaya çıkmıştı. 


Aslında Stone Town’da 2 gece kalmayı, bir gün Baharat, Slave Cave ve Prison İsland turu planlamıştım ama orada kalmaya dayanamayınca bu program da gündemimden çıkmış oldu. Ama buraya gelmekle iyi de yapmışım, safari sırasında oldukça yorulmuştum burası bana çok iyi geldi. Denize girdim ve gölgeleniyorum çünkü güneş çok yakıcı burada ekvatora yakın olduğumuzdan güneş ışınları dik geliyor. Bu arada Avrupalı kadın işletme sahibinin çok tatlı melez çocuğuyla da şakalaşıyor ve oynuyordum. Karanlık çıkmış fotoğrafta zor da olsak görülüyoruz.

Jambiani'den kareler;





Odamda da dinlenirken bu serüveni de yavaş yavaş (pole pole) yazmaya devam ediyordum.

Artık bugün bu seyahattaki son günümdü. Beni buraya getiren taksici bana telefon numarasını vermişti. Görevlilerden onu aramalarını rica ettim. Bir süre sonra taksici geldi ve sabah saat 10.00 da otelden ayrıldım. Bu akşam önce Dar Es Salam'a oradan da İstanbul'a uçacağım. İstanbul uçağım gece 04.00 te Dar Es Salam’dan kalkacaktı. Aradaki bu 18 saati bakalım nasıl geçirecektim.


Önce adanın önemli turistik merkezlerinden biri olan, Kizimkizi’ya gittik. Burası turistlerin yunus balıklarıyla birlikte yüzdükleri bir yerdi. Oraya gitmeme rağmen böyle bir etkinlik yapmadım, çünkü çok yüksek bir fiyat istediler. Bir de yunus balığına denk gelirsek beraber yüzecektik, yoksa orada sadece denize girmiş olacaktım.


Orada balıkçıların yeni getirdikleri avları olan ilginç ve büyük okyanus balıklarını izledim. Koskoca balıkları taşımakta bile güçlük çekiyorlardı. Kolay taşımak için hemen deniz kıyısında parçalıyorlardı. 

Bu arada yanıma gelen genç Zanzibar'lı “fırlama” bir tip ha babam bana birşeyler anlatıp duruyordu. Danimarkalı karısını, buradaki yoksulluğu, buradaki Müslümanlığı v.s. Ondan burasıyla ilgili epeyce şey öğrendim.


Bu arada orada bazı Araplar görmüştüm. O genç bu Arapların misyonerlik faaliyeti yaptıklarını söyledi. Bize Arapça dua öğretiyorlar ama ben ne dediklerini anlamıyorum ki diyordu. Ben de ona sen “light” Müslümanmısın diye sorunca, gülerek evet diye cevapladı. O gençle birlikte orada bulunan eski bir cami doğru gittik. O Arap misyonerler camide uzanmış uyuyorlardı. 

Bana çok şey anlattı ama çok da zor kurtuldum bu delikanlıdan. Ama ingilizcesi çok iyiydi onu da Danimarka'da yaşarken öğrendiğini anlattı.


Şoförüm Cemal ile buradan sonra kırmızı maymunlarıyla ünlü Jambocho milli parkına gittik. Bu park rehber eşliğinde geziliyordu. Rehber eşliğindeki bu gezimizi bir kaç maymun, tırtıl ve sincap görerek tamamladık. Safaride o kadar vahşi ve yırıtıcı hayvanı gördükten sonra bu park gezisi çok komikti doğrusu.

Saat daha 14.00 idi ve çok zamanım vardı daha. İnternetten Priecision havayollarından bilet ayırtmıştım ama vakit olduğu için feribotla gitmeyi planlamıştım. Feribot için bilet kuyruğuna girdim, tam sıra bana geldiğinde görevli bugün için bilet kalmadığını söyledi. Bugün için feribot ile karşıya geçme şansım kalmamıştı. Bu sırada taksicim beni bekliyordu ve doğruca havaalanına gittik.

Eğer henüz almadığım uçak biletinde de sorun çıksaydı, o zaman yandı gülüm keten helvaydı. Adadan karşıya geçemeyecek ve İstanbul'a döneceğim uçağı da kaçıracaktım. Hızlıca acentaya gittim, neyse ki sorun yokmuş. Bileti aldım ve şimdi havaalanlarında uzunca bir süreyi geçirmekti işim.



Yaklaşık 20 dakikalık uçuşla saat 18.00 de, Dar Es Salam havaalanına vardık. İstanbul uçağımın kalkmasına daha 10 saat vardı. Bu zamanı havaalanından nasıl geçirecektim. Havaalanında bulunan Flamingo kafeye çıkıp, bir yandan vodka-portakal içerken, bu satırlara devam ettim. Bu kadar zamanı geçirmek oldukça zor ve sıkıntılı oldu ama başka da çarem yoktu.

Zanzibar ile ilgili kısa değerlendirmem şöyle ;

Stone Town'ı görmezseniz bir şey kaybetmiş olmazsınız. Zanzibar yazıldığı gibi ucuz bir tropikal ada değil. İğrenç oteller için bile yüksek fiyatlar istiyorlar. Yemekleri de hiç ucuz değil, örneğin aynı balık tabağını Türkiye’de daha güzel bir mekanda çok daha ucuza yiyebilirsiniz. Yalnız Jambiani gerçekten görülesi bir yer. Buranın dışında diğer gördüğüm yerler de çok sıradandı ve hiç bir özellikleri yoktu.




                     GİDECEKLERE İYİ SEYAHATLER