RUSYA - TRANS SİBİRYA, 7. DURAK - OMSK

TEMMUZ 2019


Bu seferki tren yolculuğumuz, gece saat 03.06 da başladı ve ertesi gün, akşam üzeri 17,30 da, 13 saat süren yolculuk sonunda Omsk'ta sona erdi. 


Bu yolculuk sırasında trenimiz, yolun sovyet döneminde yapılması ve ayrılma sırasında demiryolunun Kazakistan sınırları  içinde kalması nedeniyle, Kazakistan'a da girdi. Bu yolculuğu planlarken Rusya'ya iki giriş yapmamız mı gerekecek acaba diye düşünmüş ve araştırmıştım. Çünkü Rusya bize sadece  tek girişli 30 günlük vize veriyordu. Araştırma sonucunda Rusya ile Kazakistan'ın demiryolu konusunda anlaşmaları olduğunu öğrenmiştim. Dolayısıyla giriş çıkış bizim için bir sorun yaratmadı.






Günümüz hemen hemen yolda geçti. Bu arada trenimiz Kazakistan'ın Kızılyar şehrinde durdu ve Kazak polisler trene bindiler ve yola devam ettik. Hareket halindeyken açık olan kompartmanımızın kapısı önünden geçen polisler kompartmenımıza bakarak yürüdüler. Daha sonra bir Kazak polis doğrudan kompartmanımıza girdi ve pasaportlarımızı istedi.






O pasaportları incelerken aynı zamanda kompartmanımızı gözlüyor ve sorular soruyordu. Ben cevaplarken polis, Ergun'un yatağının üzerindeki açık satıştan aldığı pet şişe içindeki birayı gördü. Trende içki içmenin yasak olduğunu ve ceza yazacağını söyledi. Ceza yazmasın diye Türklerle, Kazakların dost ve kardeş olduğundan falan söz ettim. Hatta Kazakistan'ın başkenti Astana'da önceki yıllarda firmamın olduğunu ve iş yaptığımı söyledim. O da hediyemiz olup olmadığını sordu, yani adam resmen rüşvet istedi.  Ben de gayet pişkin bir vaziyette burada misafir olduğumuzu, bize hediye verilmesi gerektiğinden bahsetim. Sonunda polis rüşvetten umudu kesince, pasaportlarımızı iade etti ve iyi seyahatler dileyip gitti.




Nihayet bu 13 saat süren yolculuk sonunda Omsk'a varıp ve taksi ile otelimize gittik. Tabii ki yine yandex taksi ile gitmiştik. Arkadaşım Mustafa Ökmen hep yandex taksiden bahsettiğimi ama hiç taksi resmi paylaşmadığımı yazmıştı. Bu nedenle bir de yandex taksi resmi paylaşıyorum. Gönlün oldu mu sevgili Mustafa?


Resimde otelimiz ve Kolchak'ın karargah evi.

Otelimiz şehrin turistik mekanlarına oldukça yakındı, daha yoldayken taksici bize genel olarak gezilecek yerleri gösterdi. Otelimizin yanında Kolchak'ın Omsk'ta bulunduğu sürede yaşadığı ev ve karargahı bulunuyordu. (Kolçak'tan daha sonra söz edeceğim). 


Otelde bir süre dinlendikten sonra artık şehri keşfetmeye başlamanın zamanıydı;

Otelimizin hemen önünden geçen İrtiş Nehri'nin kıyısında bir plaj oluşturmuşlar. Aslında nehir pek temiz görünmemekle birlikte, insanların da zaten başka çareleri yok, burada daha çok güneşlenmeyi tercih ediyorlardı. Bir süre bu plaj civarında dolaştık.


Artık akşam olmak üzereydi ve bu nedenle gezilecek yerler de sınırlıydı. Biz de kentin önemli caddesi Lenin Bulvarı'nda dolaştık. Hep birlikte bulvar üzerinde, neredeyse kentin simgesi haline gelmiş, Tesisatçı Anıtı'yla poz verdik.


Lenin Bulvarı üzerinde, içinde Lenin Anıtı'nın bulunduğu Devrim Meydanı'na uğradık. Buradaki Lenin anıtı gezdiğimiz şehirlerdekilere göre en küçük olanıydı.


Bu arada da akşam yemeği yiyeceğimiz bir mekan bakıyorduk. İnsanların oldukça yoğun ilgili gösterdiği bir İtalyan restoranına gittik.



Deniz ürünlü İtalyan makarnası ve Margarita pizzasını beyaz şarap eşliğinde keyifle yedik.  Hesap şarap nedeniyle biraz yüksek gelse de, lezzetli bir akşam yemeği yemiş olduk.

Artık otele dönüp dinlenme zamanıydı.


Ertesi gün şehri keşfe otelimizin yanındaki Bucholz Meydanı'ndan başladık. Bu meydan adını 1716 yılında, kentin kurucularından olan, Johannes Buhgolts'tan alıyormuş. Meydanın ortasında, Sibirya'nın keşfi ve gelişimini anlatan 7 m. çapında bir küre bulunuyordu. Bu meydan tarih boyunca bir çok olaya tanıklık etmiş bir meydan. Burası aynı zamanda gençlerin buluşma ve eğlenme alanıymış.


Buradan Karl Marks Bulvarı'na çıktık. Bulvar üzerindeki park içinde bulunan Kazak St. Nicolas Katedrali'ne uğradık. Bu katedral, Sibirya'daki en eski katedrali  özelliğini taşıyormuş ve 1843 yılında Vasily Stasov tarafından Neo-klasik tasarımlara inşa edilmiş. 




Bu parkın içinde ve katedralin hemen yanında da St. Peter ve Febronia of Murom anıtı vardı. Efsaneye göre St. Peter, Murom ülkesinin prensi (Murom Rusya'da bir yer). Prens cüzzam hastalığına yakalanmış ve Gürcistan'dan Febroina gelip onu iyileştirmiş. Bu arada prens Febroina'ya aşık olmuş ve evlenmişler. Fakat halk bu evliliği istememiş ve ikisini sürgüne göndermişler. Onlar sürgündeyken ülke felakete sürüklenmiş ve halk tekrar geri dönmeleri için onlara yalvarmışlar. İşte böyle bir efsaneyi burada anıtlaştırmışlar.







Yolumuz üzerinde tarihi ve güzel binalar da bulunuyordu. Burada paylaştığım fotoğraflar kentin güzel ve tarihi yerleri, ama her şehirde olduğu gibi burada bir çok semtte kötü yapılar da bulunuyordu.


Rotary parkın içinden geçerek, nehir boyuna çıktık. İrtiş nehrinin üzerindeki köprünün adı Leningradsky Köprüsü. Zaman zaman nehir kıyısında verdiğimiz ufak molalar sonunda tekrar otelimize doğru geldik.


Daha önce yazdığım gibi otelimizin hemen yanında Kolçak'ın karargah evi vardı. Şimdi bu evi müze olarak değerlendiriyorlar. Bu müzeye giriş ücretsiz ama fotoğraf çekmek için 200 ruble istediler. Bu yüzden sadece ben cep telofonuyla fotoğraf çektim ve ne yazık ki bu  fotoğrafları yanlışlıkla silmişim. Arkadaşlarıma paylaştığım için elimizde kalan, tek fotoğraf bu  oldu.

Müzeyi rehber eşliğinde gezdik ama bize birşey anlatmadı, sanırım sadece fotoğraf çekimini kontrol ediyordu. Müzede Kolçak' a ait müştemilat, giysi, çalışma odası, belgeler v.s. bulunuyordu,

Şimdi kısaca Kolçak'ı tanıyalım; (Alıntı)

"Aleksandr Vasilyevich Kolchak, 4 Kasım 16 Kasım 1874 te, St. Petersburg, Rusya doğdu. Kuzey Kutbu kaşif ve deniz subayı. I. Dünya Savaşı'nın başlamasında Kolçak, Baltık filosunun bayrak kaptanıydı. Ağustos 1916'da amiral yardımcısı olarak Karadeniz'deki filoya komuta ediyordu. 1917 yılının haziran ayında, Şubat devrimi sonrasında istifa etti ve Amerika Birleşik Devletleri'ne gitti. Daha sonra Mançurya’daki Beyaz Rus kuvvetlerini koordine etmeye çalıştı. 1918 yılının Ekim ayında, Bolşevik hükümetinde savaş bakanlığı yaptığı Omsk'a gitti. 18 Kasım 1918'de, Omsk'taki bir askeri darbe, ona mutlak güç getirdi."

"Omsk'un bir başka özelliği de, Bolşevik Ordusu'na karşı direnen Amiral Kolçak'ın geçici "devleti"ne mekân olması. Amiral Kolçak (Alexander Kolchak), diktatör kişiliğiyle tanınan, aynı zamanda maceraperest ruha sahip bir askerdir. Bolşeviklerden kaçırılan 1300 ton altına ilave olarak yüklü miktarda gümüş ve platinin yanı sıra, milyonlarca Ruble'lik serveti taşıyan özel bir tren, bir şekilde Omsk'ta Kolçak'ın eline geçer. Bu hazinenin bir kısmı, anti-Bolşevik ordusunun silahlanması için harcanırken, çoğu da, Omsk'ta yaşayan Çarlık Rusyası devrinin geri geleceğini uman Beyaz Ruslar tarafından bonkörce harcanmaya başlanır. Hazinenin bir kısmı ile, Beyaz Ordu'nun ihtiyacı için Japonya'dan yüklü miktarda silah ve mühimmat alınır "

"Orduları ilk başta başarılı olsalar da, Omsk 14 Kasım 1919'da Kızıl Ordu'ya eline geçti, Kolchak merkezini Irkutsk'a devretti, ancak 4 Ocak 1920'de Sosyalist Devrimci-Menşevik grup o şehirde iktidara geldiğinde istifaya zorlandı. Bolşevikler tarafından götürüldüğü Irkutsk'ta yetkililerine teslim edildi. İdam edildi ve bedeni Angara Nehri'ne atıldı."


Müzenin hemen yakınında da Kolçak isimli Restoran vardı. Onun önünde de Kolçak'a ait bir heykel bulunuyordu. Binanın bir ön taraftaki yüzü üzerinde de bir yanda Lenin, ortada Çar ve diğer yanda ise Kolçak'ın resimleri bulunuyordu. Hiç birinin kalbi kırılmasın diye düşünmüşler herhalde.))))









Devrim askerleri anıtının önünden ilerleyerek, Om Nehri üzerindeki Yubileiny Köprüsü üzerinden Lenin Bulvarına çıktık. Hemen solumuzda Seraphim-Alexy Chapel bulunuyordu.




Yolumuzun sol tarafında nehir kıyısında Diriliş Parkı bulunuyordu. Bu parkın içindeki bir seyyardan aldığımız samsa ve doğranmış karpuz ile öğle yemeğimizi yedik.


Dinlendikten sonra, nehir kıyısını takiben Partizanskaya caddesi üzerindeki, Tobolsk Kapısı'na geldik. 



Kapı, 1791-1794 yıllarında kalenin "taş" yapısının başlangıcı sırasında, eski ahşapların üzerine inşa edilmiş. Kalenin yapımında dört kapı bulunuyormuş bunlar, Tarski, Irtysh, Omsk ve Tobolsk kapıları. Biz şehir gezimiz sırasında bunlardan sadece ikisini gördük.


Kent içi parklardan hep söz etmiştim ya bu da işte onlardan biri.


Askeri Müze'nin yanından geçerek, önce Pazar Kilisesi'ne, sonra da Uspenskiy Katedrali, diğer adıyla Varsayım Katedrali'ne gittik. 



Omsktaki din adamları 1879 yılında, tüm cemaatler için çok küçük olan Diriliş Katedrali'ni genişletmeye karar vermişler. Batı Sibirya Genel Valisi G. Mescherinov, eskisini genişletmek yerine yeni bir katedral inşa etmeyi önermiş ve bu katedral inşa edilmiş.



1930'larda, ülkenin dört bir yanına yapılan kitlesel din karşıtlığı kampanyalar sonucunda, Katedral havaya uçurulmuş. 2005'te Omsk Bölgesi Hükümeti bu harika dini binayı restore etmeye karar vermiş. Varsayım Katedrali 15 Temmuz 2007'de ibadete  açılmış.

Buradan Yangın Kulesi'ne gittik. 




Bu kule 1915 yılında, daha önce ahşap kulelerin yerine taş kule olarak inşa edilmiş. 32 m. yüksekliği ile Omsk'un en yüksek yapısıymış. Yangın kulesi, 1940 yılına kadar amacına hizmet etmiş. 2002 yılında, gözlem güvertesine kask ve itfaiyeci kıyafeti giymiş bir manken konulmuş. Şimdi sadece turistlerin ilgisini çeken bir yer olarak duruyor.




Yolumuzun devamında, Omsk Devlet Drama Tiyatrosu vardı. Bu sırada tiyatroda bir tadilat yapılıyordu. Zaten tiyatrolar Eylül ayında kapılarını açıyorlar ve biz de bu harika yapıları sadece dışarıdan fotoğraflayabildik.


Lenin Bulvarı üzerinde çok sayıda bronz anıtlar bulunuyordu. Bunlardan birisi de ünlü Polis Heykeli




Bunlardan biri de Lyubochka Anıtı idi. Bu anıt 1999 yılında, hastalığı nedeniyle hep bankta oturarak vakit geçiren bir kıza adanarak yapılmış. Bir efsaneye göre de, Omsk valisi Gustav von Gasford'un eşi Lyubov Fedorovna'ya adanmış. Omskluların inancına göre heykel ile resim çekilenler, tekrar Omsk'a geri dönerlermiş. Demek ki Ergun ve Hüseyin Omsk'a tekrar gelecekler.)))




Artık otele dönüp dinlenme zamanıydı.

Akşam yemeği için, gündüz gördüğümüz bir Özbek restoranına gittik, ama bu kez yediklerimizden hiç memnun kalmadık.


Sabah kahvaltısından sonra ben dinlenme ihtiyacı duydum bu nedenle otelde kalırken, arkadaşların şehri keşfe devam ettiler.


Arkadaşlarım Vrubel Müzesi'ne gitmişler. Omsk bölgesel M.A. Vrubel güzel sanatlar müzesi, Batı Sibirya Bölgesi müzesinde kurulmuş ve 21 Aralık 1924'te ziyaretçilere açılmış.











Müze, Sibirya ve Uzak Doğu'nn 30 binden fazla eserine ev sahipliği yapıyormuş.  Resim, grafik sanat, heykel, dekoratif ve uygulamalı sanat eserleri, nadir basılmış eserler ve belgesel sanat eserleri, Rusya, Batı ve Doğu Avrupa, Orta ve Orta Asya, Orta Doğu, Kuzey Afrika ve Kuzey Amerika ustaları tarafından yaratılmış. 





Ben bu arada dinlenip çıktım ve arkadaşlarım daha müzedeyken ben de Dostoyevski Müzesi'ne gittim ve müzeyi bulmakta hayli zorlandım. İlginçtir müzenin tam karşısında bulunduğum sırada, bir Omskluya müzeyi sordum ama o da bilmiyordu. Neyse ki sonunda, pek müzeye benzemeyen ve önünde sadece küçük bir tabela bulunan binaya girdim.


Müzede Rusça konuşan rehber bulunuyordu ama başka dilde konuşan kimse yoktu. Bu nedenle elime fotokopi ile çoğaltılmış bir dosya verdiler ve sayfaları okuyarak mekanları anlamaya çalıştım.







Omsk'un en önemli özelliklerinden birisi de, 1849-1853 yılları arasında Dostoevski'ye ev sahipliği yapması. Aslında buna "hapishane sahipliği" demek daha doğru. Dostoevski, bu 4 yıllık hapis yaşamında, yaşadığı ağır şartlardan ötürü, burada ölümün eşiğinden dönmüş, 



Müzede onun yaşamına ait eşyalar, kitaplar, çalışma masası gibi müştemilat da sergileniyor du. 

Onun Omsk'taki yaşamının özeti. (Alıntı)


"6 Ocak 1849 gecesi Dostoyevski, bir hapishane konvoyunda Petersburg'dan Sibirya'ya gönderildi. Dört yılını Omsk Hapishanesinde geçirecekti: "Dört yılımı hapishanede, duvarların arkasına çıkmadan geçirdim ve sadece iş için çıktım. Bize düşen iş zordu ... ve bazen kendimi de tükettim Kötü havalarda, nemli, rüşvette veya kışın dayanılmaz soğukta ... Bir yığınta, hep birlikte bir kışlada yaşadık… Kendiniz için uzun süre yıkılmış olması gereken eski, harap bir ahşap bina düşünün. ve bu artık hizmet edemezdi. Yaz mevsiminde katılık dayanılmaz, kışın m dayanacak kadar soğuk m. Bütün katlar çürümüş. Yer çamurla bir inç kalınlığında, kayıp düşebiliyor. kırağı ile, bu yüzden bütün gün okumak için neredeyse imkansız.Pencere panellerinde bir inç buz var .. Tavandan bir damlama var - hepsi deliklerle dolu. Çıplak tahta yataklarda uyuduk, bir yastığa izin verildi, kendimizi kısa yarı yarıya kapattık. -uzun kürk mantolar ve ayaklarınız her zaman çıplak. Bütün gece titriyorsun. Pirelerin, bitlerin ve hamamböceklerin dağları ... Bunların hepsine ekle, kitap sahibi olmanın neredeyse imkansızlığını, eğer bir tane alırsan, onu etrafından titizlikle okumak zorundasın, sürekli düşmanlık ve çömelmek, küfretmek, bağırmak, gürültü, açgözlülük, her zaman nöbetçi, asla yalnız ve dört yıllık bir değişiklikle ... "
Dostoyevski'nin hapishane kampındaki yılları korkunç bir rüya gibiydi. Kendisini "dökme taş" ya da "dilimlenmiş kabuk" olarak yazdı: "Ve bu dört yıl 1, canlı olarak gömüldüğüm ve bir tabutun içine kilitlendiğim bir zamandı. bitmeyen acılar, çünkü her saat, her dakika ruhumun üzerinde bir taş gibi tartıştı. Bu dört yılda, hapiste olduğumu hissetmediğim bir an yoktu ”.
Omsk'ta, yazar bir tuğla fabrikasında çalıştı, kaymaktaşı pişiriyor ve öğütüyordu; Bir mühendislik atölyesinde çalıştı ve şehir sokaklarından kar kürüyordu. Hapishanede yazmak yasaklandığından, Dostoyevski'nin Omsk'taki asıl yaratıcı çalışması gelecekteki romanlarını planlıyordu. Çevresinde bu tür planlar için sınırsız bir malzeme kaynağı oldu. Dört yıl boyunca hapishanede yaşadığı tecrübe boyunca aldığı ilk eseri, Rus hapishanesi temasına adanmış bir romandı, Ölüler Evi'nden Notlar. Yazarın yaşadığı hiçbir şehir araştırılmamış ve Omsk gibi ayrıntılı bir şekilde tanımlanmamıştır.

Onun için hapishanede yaşam genellikle dayanılmaz derecede zordu. Normal hayata döndüğünde, o yılları hatırlamaktan hoşlanmıyordu. 1876'da, bir Yazarın Günlüğü'nde, Dostoyevski, “O zamana kadar bazen uykumda bana geri döner ve daha fazla işkence görmeyi hayal etmediğimi” itiraf eder. Kendi hayatı m olmuştu."

Ne yazık ki, müzede çektiğim fotoğrafları da yanlışlıkla sildiğim için, müzeyle ilgili olarak internetten indirdiğim fotoğrafları paylaştım.



Arkadaşlarım bu arada tekne turuna katılmışlar ve dönüşte de pek memnun olmadıklarını ifade etmişlerdi.


Akşam yemeği için yine gündüzden keşfettiğimiz bir restorana gittik. Burada biz biftek yemeği yercih ederken, Ergun siyah burger yemeyi tercih etti. Garson kız "beyaz ekmek mi? siyah ekmek mi?" diye sormuştu burger için ve Ergun da koyu renkli ekmek diye düşündüğü için, siyah demişti. 



Ergun'un siyah burgeri gelince şaşırdık, ekmeği gerçekten simsiyahtı. Hatta garson kız siyah eldivenler de giydirdi Ergun'a. Ergun burgeri bir heves ve iştahla yedi. Ama burgerden dolayı mı yoksa başka birşey dokunduğu için mi, sonraki iki günü oldukça kötü geçirdi.




Bir kazık da bu restoranda yedik. Meğerse menüdeki fiyatlar 100 gr. içinmiş ve kendi kafalarına göre, bize sormadan,  yenilemeyecek kadar çok biftek hazırlamışlar. Sonuçta da bu hesaba yansımış tabii ki.



Omsk şehrini de vaktimizin yettiği ölçüde gezdik. Bu gece yolumuz Novosibirsk'e, saat; 00,07 de kalkacak olan trenle yolumuza devam edeceğiz. 


Novosibirsk'te görüşmek üzere.



TRANS SİBİRYA, 8. DURAK - NOVOSİBİRSK YAZIMI OKUMAK İÇİN TIKLAYINIZ..


İYİ SEYAHATLER



Hiç yorum yok: