FİLİPİNLER - CEBU

ŞUBAT 2020

Filipinlere gelmeden önce, Malezya, Endonezya ve Singapur'u gezmiştik. Buraları da SEYAHATNAME'de anlattım. Dileyenler bu ülkeler üzerine tıklayarak okuyabilirler.

Bu seyahatimi yukarıdaki ülkelere peşpeşe yaptığım için, Singapur'dan devam ediyorum.

Singapur'dan yaklaşık 3,5 saatlik bir yolculuktan sonra Filipinler'in Cebu adasına indik. Havaalanında gerekli işlemleri tamamladıktan sonra, kalacağımız otele gitmek için taksi bakınırken birisi yanımıza geldi ve otele kadar, daha önceden araştırdığımda gördüğüm rakamın üç katını istedi. Ben kabul etmeyince bir başkası geldi ve o da aynı rakamı söyledi. Görünürde başka alternatif olmadığı için, zorunlu kabul etmek zorunda kaldım. 

Aslında Cebu'da taksi ücretleri yüksek değil ve taksimetre kullanıyorlar. Sonradan öğrendiğime göre, oradaki mafya taksiciler, normal taksilerin oraya girip yolcu almalarına izin vermiyorlarmış. 

Cebu'nun trafiği tam bir felaket. Geldiğimiz gün hafta sonuna denk geldiği için trafik yoğun değildi ama çalışma günlerinde o trafikte milim milim ilerlenebiliyordu. Bir de bu kentte gördüğüm çok miktrdaki taksiyi, hiç bir ülkede ve kentte görmedim.

Kalacağımız otele geldiğimizde, burada da Kuala Lumpur'daki gibi bir uygulama olduğunu gördük. Binanın bir kısım odaları kişilere kiralanmış ve onlar da bu odaları pazarlıyorlardı. İlk gösterdikleri odayı beğenmedik ve daha fazla para vererek daha iyi bir odada kaldık.

Kaldığımız otel General Maxilom Caddesi'ndeydi. Bu cadde, barlar ve restoranlarıyla ünlüydü. Otelde bir süre dinlenip akşam yemeği için dışarıya çıktık. Öncelikle para bozdurmamız gerekiyordu. Yolumuz üzerinde Money Changer yazan bir küçük dükkan gördük. Kapısının önünde elinde tüfekeri olan ve önce kendilerini polis sandığımız, daha sonra da özel güvenlikçiler olduğunu öğrendiğimiz üniformalı iki kişi de vardı. Düşünebiliyormusunuz! Küçücük bir para bozdurma dükkanı ve önünde iki silahlı güvenlikçi. Yani kentin ne kadar güvenli olduğunu siz düşünün. 

Gerçi orada bulunduğumuz dört gün içinde her hangi bir olumsuzlukla karşılaşmadık ama bu görüntü, burada dikkatli olmamız gerektiğini anlatıyordu bize.

Bir restoranda akşam yemeğimizi yiyip otele döndük. Ben daha sonra su almak için markete gittim. Giderken birisi "Kız lazım mı?" diye sordu. Ben başımla işaret edip "no" diyerek yola devam ederken bu kez genç yaştaki seksi kıyafetler içindeki Filipinli kızlar göz süzerek bana gülümsüyorlardı. Bu arada yol üzerinde de çok sayıda dilenci benden para istiyorlardı. Bir kısmına biraz para verdim ama hepsine vermek ne mümkün.

Yani tam caddesine düşmüştük Cebu'nun. Otele girerken ve çıkarken de insan tiplerinden, otelin kullanılış amacı belli oluyordu. Ödemeyi peşin aldıkları için, dört günü bu otelde yaşamak zorunda kaldık tabii.  

Kaldığımız oda apart biçimindeydi ve kahvaltılarımız odamızda yapma olanağımız olmuştu. Hep yazarım benim için kahvaltıda çay, peynir, zeytin ekmek olmazsa olmazımdır diye. Zaten çay, peynir ve zeytinimizi gelirken yanımızda getirmiştik.

Şimdi sıra kenti keşfetmeye geldi.


Bir taksi ile Fuerte de San Pedro Kale'sine gittik. Kale, İspanyol koloni dönemi ilk valisi Miguel López de Legazpi'nin komutası altındaki İspanyollar tarafından yaptırılmış. Şehrin iskele bölgesinde, şimdi Plaza Indepedencia denilen bölgede yer alıyor. 

Orijinal kale ahşaptan yapılmış ve 17. yüzyılın başlarında Müslüman akıncılardan korunmak için, kale taş olarak yeniden inşa edilmiş. Bugünün yapısı 1738'den kalma haliymiş. Filipinler'deki ilk İspanyol yerleşiminin çekirdeği olarak hizmet etmiş. 19. yüzyılın sonundaki Filipin Devrimi sırasında, Filipinli devrimciler tarafından ele geçirilmiş.


Kale içi şimdi müze olarak kullanılıyor. Müzede Filipinli lider ve kral Lapu Lapu ve işgalci İspanyolların ilk valisi Miguel López de Legazpi'nin resimleri vardı. Resimlerle İspanyollar ile yerli halkın mücadeleleri anlatılıyordu.


Buradan Cebu Metropolitan Katedrali'ne doğru yürürken bu fofoğrafı çektim. Hani Nazım Hikmet, Abidin Dino'ya "Mutluluğun resmini yapabilirmisin Abidin" demiş ya, işte bu da fakirliğin, yoksulluğun bir fotoğrafıydı. En büyükleri 5-6 yaşlarında olan bu çocuklar bir şekilde buldukları önlerindeki bu yemekleri yemeğe çalışıyorlardı. Hatta en küçüğü bile kendisi yemeğe uğraşıyordu Fotoğraflarını çekerken en büyükleri bana tepki gösterdi ve ben de özür diledim ama çekmeden de edemedim. Duruma ikimiz de çok üzüldük tabii ki. Ama bu tür görüntüler o kadar çoktu ki !


Başpiskoposluk Cebu'da 14 Ağustos 1595'te kurulmuş. Bu katedralin inşaası uzun yıllar sürmüş. Kilisenin mimarisi, ülkedeki İspanyol sömürge kiliselerinin tipik bir örneğiymiş. 2. Dünya Savaşı sırasında, katedralin büyük bir kısmı kentin müttefiklerinin bombalamalarıyla yok edilmiş. 1950'lerde  hızla yeniden inşa edilmiş. Cebu'nun piskoposları ve din adamları için son dinlenme yeri olarak hizmet vermekteymiş.


Buradan sonra hemen bitişikteki Magellan's Cross'a gittik. Magellan'ın Haçı, Ferdinand Magellan'ın 1521 Mart'ta Filipinler'deki Cebu'ya gelmesi üzerine dikilen bir Hıristiyan haçıymış. Bu haç, Cebu City şehir merkezinin hemen önünde, Magallanes Caddesi'ndeki Basilica Menor del Santo Niño'nun yanındaki bir şapelde yer alıyordu. 


Haç orijinal tingalo ağacından yapılmış. Haç'ın mucizevi güçlere sahip olduğu inancıyla, insanların hatıra amaçlı olarak haçtan parça koparmamaları için bu sert ağaç tercih edilmiş. Bununla birlikte, bazı insanlar orijinal haçın Magellan'ın ölümünden sonra yok edildiğine veya kaybolduğuna, bunun yerine bir kopyasının konulduğuna inanıyorlarmış.







Yolumuza devam ederken, ya özgürlükte ya da aklından sıkıntısı olan birisiyle  de karşılaştık.






Yine daha bakımlı bir başka sömürge dönemi katedrali. 

Buradan yürüyerek Colon Street' geldik. Bu cadde Filipinler'deki en eski ve en kısa ulusal yol olarak adlandırılan tarihi bir caddeymiş. İsmini Christopher Columbus alıyormuş. 







Burası bir zamanlar alışverişin kalbi olan bir caddeymiş, ancak son yıllarda önemini yitirmiş. Eski ve oldukça köhneleşmiş bu cadde üzerinde gündüz vakti de hayat kadıları gördük. Bu caddenin başında da bir dikili taş anıtı bulunuyordu.







Şimdi tarihi bir anıta geldik, burası Heritage of Cebu Monument (Cebu'nun Mirası Anıtı)'ydı.

Cebu Mirası Anıtı, Cebu tarihi ile ilgili olaylar ve yapılar hakkında sahneler gösteren beton, bronz, pirinç ve çelikten yapılmış bir heykeller anıtı. Anıtın yapımı Temmuz 1997'de başlamış ve Aralık 2000'de bitmiş.



Miras Anıtı'nda şu yapılar tasvir ediliyor, Basilica del Santo Niño, Cebu Metropolitan Katedrali, Vaftizci Yahya Kilisesi, Macellan'ın Haçı ve İspanyol Galleon.








Miras Anıtı'nda tasvir edilen sahnelerse, Rajah Humabon'un vaftizliği, Santo Niño'nun bir alayı, bir Roma Katolik kitlesi ve Laptan-Lapu ile Ferdinand Magellan arasındaki Mactan Savaşı. Anıtta tasvir edilen kişiler arasında başkan Sergio Osmena Sr ve Blessed Pedro Calungsod yer alıyor. Yani çok koplike bir anıttı bu.





Bu anıta yakın mesafede bulunan Yap-San Diego Evi'ne gittik. Bu ahşap bina, Don Juan Yap ve Doña Maria Florido'nun 3 çocuğuyla yaşadığı evmiş. 



Anıt ev, İspanyol koloni döneminde Cebu'da zengin bir evin yaşam tarzını vurguluyor. Antika mobilyalar, giysiler, mutfak ekipmanları ve eşyaları ve diğer antika eşyaları sergileniyordu burada.








Burada görevli bir kız o döneme ilişkin kıyafeti ile gelenlere ev ile ilgili bilgiler veriyordu. Bize de hem evin tarihiyle ilgili bilgiler verdi ve eşyaların orijinal antika olduğunu hatırlatıp, gezerken dikkatli olmamız konusunda uyarıda da bulundu. 








Ama ilginçtir ki, bu antikalara dokunmak, üzerlerine  oturmak serbestti. Bir çok müzede flaşlı fotoğraf çekilmesine dahi izin verilmezken, buradaki duruma oldukça şaşırdık.



Fotoğrafta şehir içi ulaşımda kullanılan bir minibüs. Minibüsler çok eskiydi ama oldukça güzel tipleri vardı bunların. Adeta biblo gibiydiler.



Bu günlük gezimizi böylece tamamladık. Otele dönüp bir süre dinlendikten sonra, akşam kişi başı fiks fiyatı olan, "kendin pişir, kendin ye" restoranda keyifli bir akşam yemeği yedik. Restoran kapalı bir ortam olmasına rağmen, iyi yapılmış bir duman çekim sistemi nedeniyle, hiç rahatsız edici bir durum yaşamadık.

Ertesi gün, otel odamızdaki kahvaltımızı takiben bu kez  taksiyle Mactan Adası'na gittik. Burada amacımız güzel bir plajda denize girmekti. Taksi şoförüne bunu söylememe rağmen adam bizi saçma bir yere götürdü. Orada denize girecek bir plaj da yoktu. 



Çevreyi biraz dolaştıktan sonra, yol üzerinde taksi beklerken, birisi elindeki broşürle bize tekne gezisi teklif etti. Aslında Cebu'da bir kaç adayı kapsayan günlük turlar vardı ama sabahın erken saatlerinde olan bu turlara Nurşen gitmek istememişti. İşte böyle bir fırsat ortaya çıkmıştı ve fiyat da makul gelince tekneye binip yola çıktık. Yaklaşık 45 dakika süren bir yolculuktan sonra küçük bir adaya geldik. Burada deniz çok sığdı ve tekneden sırt çantalarımızı alarak denize inip, yürüyerek adaya vardık.



Bu küçük adada etrafımızı, yakındaki büyük adada yaşayan ama buraya gelen turistlere kabuklu deniz canlıları, içecek birşeyler, hindistan cevizi v.s. satıp para kazanmak isteyen insanlar sardı. Birinden Hindistan cevizi aldım, birisi çok ısrarla kabuklu deniz canlılarını satmak istedi önce kabul etmedim ama daha sonra, geçimlerini böyle sağladıklarını söyleyince kabul ettim. 



Hemen oradan topladıkları çalı çırpıyı yakarak bu kabukluları pişirmeye başladılar. Biz de bu arada adayı gezip güzel manzaraları fotoğraflıyorduk.



Bu sırada deniz çekilmeye başlamıştı ve kaptanın yardımcı bizi tekneye dönmemiz konusunda uyardı. Ama kabuklular henüz pişmemişti. Yardımcı tekneye döndü ve kaptan ile beraber tekneyi uzaklaştırmaya çalışıyorlardı. Ben de bu arada o kabukluları yedim. Sonra denizden tekneye yürümek istedik ama tekne sürekli bizden uzaklaşıyordu. Tekrar geri adaya döndük. 

Bu sırada başka bir tekneden biri seslendi ve adanın arkasından yine deniz içinden ilerlememiz gerektiğini söyledi. Biz de onun dediği gibi, adanın arka bölümüne doğru denizden ilerlemeye başladık. Deniz içinde kumdaki kabuklu deniz canlıları da ayaklarımızı baya acıtıyor ve kesiyordu. 

Ben ara sıra arkamda yürüyen Nurşen'e bakıyordum ve onun yüzünde hem korku ve bakışlarından bana kızgınlığını okuyordum. Kızgınlığının sebebi, kabuklu deniz hayvanlarının pişmesini beklemem ve tekneyi bu nedenle yakalayamamış olmamızdı. Denizde 100 m. kadar yürüdük ve teknemiz oraya gelip bizi aldı. Riskli ama heyecanlı bir durum olmuştu bu. Tabii ki bu ortamı gösterecek fotoğraf çekme şansımız olamadı.



Tekneyle buradan, yakındaki büyük bir adaya gittik. Burada adaya çıkmadan, adeta balıkların kaynaştığı bir yere geldik. Maske ve şnorkel ile kendimi denize attım ve o rengarenk, irili ufaklı, bugüne kadar hiç görmediğim bu balıklar arasında uzunca bir süre yüzdüm. 



Gerçekten keyifli olan bu duruma, Nurşen önceki yaşananların etkisiyle denize girip bana katılmadı. Ona da fotoğrafçılık düştü tabii ki.



Burada denizaltı kameramın olmadığına çok hayıflandım doğrusu. Deniz altındaki rengarenk mercanları, o güzelim rengarenk balıkları kendi ortamlarında fotoğraflayamadım.



Gezimizi tamamladık ve geri döndük. Dalga nedeniyle tekneden inerken biraz akrobasi yapmak zorunda kalsak da, kazasız belasız tamamladık bu etkinliğimizi. Dönüş yolunda deniz tarafından baktığımız için pek çok güzel plajın olduğunu da gördük. Taksicinin bilememesi mi yoksa bizi fazla para almak için dolaştırmasından mı, programı böyle yapmak zorunda kaldık ama iyi oldu.

Ertesi gün planım Cebu'nun dağ bölgesini gezmekti. Bir taksiciyle günlük anlaşma yaptık. Daha önce yazdığım gibi burada taksi ücretleri çok ucuzdu. 

İlk olarak Leah Tapınağı'na gittik. 



Cebu'nun Busay yayla yolu üzerinde bulunan Leah Tapınağı'nın inşaatı 2012'de başlamış ve 2020'de bitmesi bekleniyormuş. Bizim orada olduğumuz sırada inşaat çalışmaları hala sürüyordu. 







Tapınak, bir sanat galerisi, müze, kütüphane ve bar barındıran 24 odadan oluşuyormuş. Roma gladyatörlerinin, aslanlarının ve meleklerinin gerçek boyutlu heykelleriyle süslenmiş. Neden İtalyan tarzı bir mimariyi tercih ettiklerini de anlamlandırmadım.



Bu tapınak,Teodorico Soriano Adarna adındaki birinin 53 yıllık hayat arkadaşı olan Leah Albino-Adarna'ya duyduğu aşkı ifade etmek istemesi adına yaptırdığı bir tapınakmış. Buna da tapınak ismi verilmesi de ilginç geldi bana.



Geniş taş basamaklardan çıkılarak 10 metrelik pirinç Leah heykelinin dikildiği lobiye giriliyordu. Heykelin tabanındaki hatıra plaketi şunlar yazılıymış:

“Sevgili Karısı ve Annesi: Leah V. Albino-Adarna, Güney Filipinler Üniversitesi Alma Mater'in Matron Kraliçesi seçildi. Bu bronz heykel, taç giydiğinde soğukkanlılığını ve muhteşem yönünü tasvir ediyor. Seyirci doğuştan gelen güzelliğini, duruşunu ve nezaketini fark etsin. ”



Burada da, o sırada kapalı olan müzelerin camından baktığımızda, güzelim sanat eserlerinin hiç bir önlem alınmadan inşaat pislikleri arasında kalmış olmalarını hayretle izledik. 



Bu dağ üzerinde çok sayıda botanik bahçesi vardı. Bunlardan birini olan Terrazas de Flores'i gezdik. Burada yüzlerce belki binlerçe çeşit bitki vardı. Bunlar arasında dolaşmak tam iç huzuru veriyordu.







Buradan Cebu'nun Küçük Amsterdam'ı olarak adlandırılan yerine gittik. Burası Hollanda'nın yel değirmenleri minyatürleri, çiçekleri ile çeşitli eğlence ortamları bulunan bir yerdi. Burada bulunduğumuz sürede iyi eğlendiğimizi söyleyebilirim.




Bu dağ üzerinde birkaç şelale de bulunuyordu. Bunlardan en az birine gitmek istedim. Taksicimiz bir türlü gitmek istediğim Kabang Şelalesi'ne giden yolu bulamadı. Nihayet sora sora yolu bulabildik. 

Epeyce bir süre kötü ve dar bir yoldan ilerleyerek bir köye vardık. Köyde bir grup insan oturmuş sohbet ediyorlardı. Şelalenin nerede olduğunu sorduğumuzda, sadece gidişin 45 dakikalık yürüme mesafesinde olduğunu söylediler. Nurşen bunu duyunca gitmeyeceğini söyledi. Ama ben buraya kadar gelmişken görmemezlik edemezdim. 



Oradaki bir gence beraber gitmeyi teklif ettim ve genç de kabul etti. Bu genç bir bilgisayar mühendisiymiş ve Amazon.com'da çalışıyormuş. Oldukça güzel bir aksanla İngilizce konuşuyordu.  Bir patikadan zaman zaman yükselen, zaman zaman da derinlere doğru inen bir yoldan 45 dakika yürüdükten sonra şelaleye vardık.



Şelaleye varıncaya kadar epey yorulmuştum doğrusu, ama genç durumumu her sorduğunda iyi olduğumu söylüyordum. Şelalenin arka bölümünde de küçük bir mağara varmış ve bu mağarada bazı Filipin askerlerinin, Japon askerlerinden saklandığından söz etti bu genç. Hatta oraya gidebileceğimizi de söyledi ama istemedim. Buraya gelip kamp yapan yabancıların olduğunu da söyledi. 

Şelalenin video çekimi...izlemek için tıklayınız....



Geri dönüş yolu daha da zorluydu. Şimdi indiğimiz derinliklerden yukarıya doğru dik ve kaygan zeminde çıkış yapıyorduk. Köye vardığımızda üzerimdeki giysiler terden sırılsıklam olmuştu ama hedefime ulaşmış olmanın mutluluğuyla, yorgunluğum kaşmamıştı. Nurşen'in gelmemesi iyi olmuş, bir süre yürüdükten sonra geri dönmek isteyecek ve ben de onunla geri dönüp burayı görmemiş olacaktım. 

Cebu'daki son günümüzü de böyle tamamladıktan sonra, yarın yolumuz Palawan adası Başkenti Puerto Princesa'ya.

Orada görüşmek üzere...

Puerto Princesa gezi yazımı okumak için tıklayınız...


İYİ SEYAHATLER

Hiç yorum yok: