Ağustos 2009
Hopa'dan önce Gürcistan'ın Batum şehrine gittik. Onu bir başka yazı olarak ele aldım.
Batum'dan Ayder yaylasına doğru yol aldık bugün. Ayder'e vardığımızda kalacak yer konusunda sorun yaşayacağımızı hiç düşünmemiştim. İnternet üzerinden orada çok sayıda otelin var olduğunu görmüş, nasılsa yer sorun olmaz ve rezervasyon gerekmez diye düşünmüştüm, ama yanılmışım. Zar zor kalacak bir yer bulabildik. Tabii ki bu durumun fırsatçılarının olduğunu da söylemeden geçemeyeceğim. Daracık bir odaya yüksek fiyat isteyen fırsatçı otel görevlileri de vardı burada. Bizim orada bulunduğumuz dönem, ramazan ayının başlangıç günleriydi bu nedenle özellikle yöre halkının ilgisi yoğundu.
Ayder'in 1999 yılında çektiğim fotoğrafı.
Ayder'in 2009 da çektiğim fotoğrafı.
Ayder'e ilk 1999 yılında gelmiştim ve ne kötü bir tesadüf ki, o sırada Körfez depremi yaşanmıştı Türkiye'de. Burası oldukça güzel, bakir bir yayla idi o zamanlar. Şimdi otellerle dolmuş ve betonlaşmış bir durumda. Orada bir restoranda garsona, burasını neden bu hale getirdiklerini sorduğumda cevabı da gerçekten manidar oldu "Siz talep ettiniz, biz de yaptık". Sanırım bu soruyu soranlar çok, o yüzden cevap ta hazırdı. Tabii ki o yöreye seyahat eden turistlere kalacak yer de gerekiyordu ve onlar da bu beton yığınlarıyla oranın tabiat güzelliğini mahvetmişlerdi. Suçlu sadece onlar değil, hepimizdik.
Sabah kahvaltısının ardından, sırt çantalarımız alıp, Yukarı Kavron'a giden bir minibüse bindik. Ayder ile Aşağı ve Yukarı Kavron arasındaki yol çok kötüydü ve normal binek araçlarla gidilmesi mümkün değildi. Yolda karteri delinmiş bir aracı gördüğümüzü söylemem, sanırım yolun durumunu daha iyi anlatır. Yolun düzeltilmemesinin de minibüsçülere yaradığını düşünüyorum, onlara da bir ekmek kapısı açmış oluyor bu durum.
Yukarı Kavron'a vardığımızda, minibüste tanıştığımız Çayeli'nden Süleyman isimli arkadaşın rehberliğinde, Kaçkarların güneyinden göller bölgesine çıkışa başladık. Yukarı Kavron'un yüksekliği 2260 m. Yaklaşık 3 -3,5 saatlik bir yürüyüşten sonra göller bölgesine vardık.
Deniz Gölü (ki bunun yanında dinlendik), Büyük Deniz Gölü, Karadeniz Gölü ve Meterez Gölü adındaki göller buluyordu bu bölgede. Burası 3000 metreler civarındaydı. Biz diğer gölleri dolaşmaya giderken, Süleyman da bize çay ve yemek hazırlığına başladı. O gölleri gezip, bazısına uzaktan bakarak geriye döndük. Bu sırada Süleyman çayı demlemişti. Süleyman'da 2 adet çay bardağı vardı. Bizim, birisiyle biz, diğeriyle sen iç teklifimizi kabul etmedi. "Önce siz doyuncaya kadar içeceksiniz, sonra ben içeceğim" dedi. Halkımızın misafire yaklaşımı her zaman, Anadolu'nun neresinde olursa olsun böyledir ve bu insani yaklaşım bizim gurur kaynağımızdır.
Kaçkar dağların en yüksek noktası 3932m. Büyük Deniz Gölü de, göller içinde en büyük ve en derin olanı. Derinliği 60 m. genişliği 200 m.
Dinlenmemiz sırasında, katırlarla gelip geçen bir grup gördük. Kamp eşyalarını katırlarla taşıyan, bazen Olgunlar köyü tarafından gelip Yukarı Kavron'a inen, bazen de, Yukarı Kavron tarafından gelip, Olgunlar tarafına inen gruplar da vardı. Zirve tırmanışı için bir kaç konaklama yeri vardı buralarda. Bu tırmanış öncesinde mutlaka buralarda, yüksekliğe ve az oksijene alışmak için, gece konaklama yapılıyor. Daha önce dediğim gibi bizim böyle bir tırmanış için ne malzememiz ne de enerjimiz uygun değildi.
Süleyman'ın birkaç günlük planı vardı ve o geceyi orada geçirecekti. Geriye yalnız ve rehbersiz dönmek zorundaydık. Orada bir süre dinlendikten sonra, Süleyman ile vedalaşarak geriye dönüşe geçtik. Bu arada sis de yavaş yavaş çökmeye başlamıştı ve biz aşağıya doğru indikçe sis daha da artmıştı, beyaz bir duvara doğru yürüyorduk adeta. Dağcıların daha önce bıraktıkları işaretleri takip ederek yolumuzu buluyorduk. Bu sırada Nurşen, bin bir çeşit Kaçkar çiçeklerinden de toplamayı ihmal etmiyordu.
Tüm Karadeniz'de olduğu gibi, Kaçkarlarda da yeşilin her tonunu görmek mümkün. Yukarı çıktıkça oksijenin azalması nedeniyle, bitki örtüsü gittikçe çoraklaşıyor. Ama ilk defa gördüğümüz yüzlerce cins çiçeği ve mantarın resmini hatıra olarak çektik.
Yürüdüğümüz istikamet üzerindeki patikada bir yol ayrımına geldik. Orada kararsız kaldım ama sol taraftaki yolu tercih ettim. (Her zaman solu seçmenin bir gereği yokmuş). :) Yola devam ediyorduk ve aslında bu zamana kadar Yukarı Kavron'a varmış olmamız gerekiyordu ama hala varamamıştık. Zaman bir hayli ilerlemişti ve yukarı Kavron'dan Aydere son minibüsü de kaçırmamamız gerekiyordu. Yoksa geri dönmek için orada gecelememiz gerekecekti. Sisin içinde yürümekten her yanımız su içinde kalmıştı, saçlarımızdan ve kollarımdaki kıllardan adeta su damlıyordu.
Rehberimizden Kaçkarlar'da, Anadolu Parsı, Ayı, Kurt, Çakal, Yabani Keçi gibi canlıların yaşadığını da öğrenmiştik. Hava kararıp yolu bulamasaydık, sadece üzerimizdeki giysiler ve vahşi yaşamın tehdidi altında kalacaktık.
Yürüdükçe sanki yol sanki daha da uzuyordu. Sanki başka bir yere doğru gidiyorduk. Nurşen'e dönerek "Sanırım yanlış yere gidiyoruz , kaybolduk" deyince, Nurşen'in yüzünü görmek lazımdı o an. :)
Yolumuza devam ederken bir an bir horoz sesi duyduk ve en azından bir yerleşime geliyoruz diye de sevindik. Daha sonra insan sesleri duymaya başladık.Yavaş yavaş bina silüetleri ortaya çıkmaya başladı Bir evin bahçesinde küçük bir kız çocuğu bulunuyordu ona buranın neresi olduğunu sordum. "Yukarı Kavron" deyince, o yorgunluğumuza rağmen, neredeyse sevinçten havaya fırlayacaktık. Ben sol patikayı tercih edince, daha uzun bir yoldan Yukarı Kavron'a gelmişiz meğerse.
Yukarı Kavron'da gelen turistler için, büyükçe bir köy kahvesi gibi, kafe yapmışlar. Oraya gittik Nurşen hem moral bozukluğundan, hem de yorgunluktan bitmiş bir halde bir sedire sırt üstü uzanıp kaldı. Orada çayımızı içip ve yöresel baklavanın tadına bakıp dinlendik. Bu sırada oraya yayla tur firmalarıyla gelmiş olan bir grup bulunuyordu. Bir kadın bizim nereden geldiğimizi sordu, ve ben de kısaca o günü anlattım. Eşine dönüp "Ahmet, seneye biz de gidelim olur mu?" dedi. Ben de içimden "Evet gidin" dedim. :)
Son dolmuşa binerek Ayder'e döndük. Akşam yemeğimizi otelde yedikten sonra, zaten yorgunluktan onu bile zor yapabildik, hemen uykuya daldık.
Ertesi gün dönüşe geçtik. Aslında programımızda, Fırtına Vadisi ve vadideki Zil Kalesi vardı. Ama o kadar yorulmuştuk ki, Nurşen'e dönüp " Nurşen yeterince taş gördük değil mi?" dedim. O da bana "Valla yeterince gördük" demesiyle, fırtına vadisinden dönüş yaparak Trabzon'un yolunu tuttuk.
Trabzon'da bir süre gezip dolaştıktan sonra uçakla tekrar İzmir'e döndük.
Trabzon'da bir süre gezip dolaştıktan sonra uçakla tekrar İzmir'e döndük.
İYİ SEYAHATLER
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder